Free songs

Osmanlı kültürüne dair hangi konuyu incelemeye kalkışırsak kalkışalım, çok karmaşık bir örgü yumağının içinde buluruz kendimizi. Bu karmaşıklık, dans için de geçerlidir. Başka kültürlerin danslarında olduğu gibi Osmanlı’da da dans, kendi başına ortaya çıkıp gelişmemiştir. Bir düşünün: Bu devlet ki, Anadolu, Balkanlar, Doğu Avrupa, Kuzey Afrika, Ortadoğu, Kafkasya ve Kırım’ı içine alan geniş topraklara yayılmış ve birçok değişik halkı bünyesinde barındırıyor; Türkler, Araplar, Kürtler, Rumlar, Ermeniler, Slavlar, Arnavutlar, Latinler başta olmak üzere, irili ufaklı onlarca farklı etnik kökene sahip, ayrıca farklı dinlere mensup insan yaşıyor. Müslümanlar, Yahudiler, Hıristiyanlar, Yezidiler, Zerdüştler ve birçok mezhebi barındıran koca bir imparatorluk… Osmanlı’daki dans kültürünü, işte bu kültürlerden en belirleyici olmuş olanlara ufak yolculuklar yaparak anlamaya çalışacağız. İlk yolculuğumuz Orta Asya’ya olacak.

İyi ve kötüyü dengeleme işini dansla yapan bir görevli: Şaman

Bu topraklarda dansa ilk önce Şamanlarda rastlıyoruz. Genel kanıya karşın Şamanlık bir din değildir. Hıristiyan ya da Müslüman Şamanlardan bahsedilmesi de bunu destekler niteliktedir. Metin And’ın tanımıyla: “Şamanlık, esrime yoluyla somut sonuçlar alma tekniğidir; bir hastanın başıboş ruhunun araştırılarak sağaltılması gibi”. Şamanizm’de evren üç bölümden oluşmaktadır: Gök, yer ve yeraltı. Gökte iyi ruhlar, yerde insanlar, yeraltında ise kötü ruhlar oturmaktadır. İşte Şaman’ın görevi de burada ortaya çıkar. Bu iki güç arasında kalan insanı dengelemek. Ne güzel değil mi? İyi ve kötüyü dengeleme işini dansla yapan bir görevli. Şamanın yükselme sırasında yaptığı hareketlerde, anlatımlarında hem tiyatro, hem dans öğeleri bulunmaktadır. Ancak dans daha belirgindir. Şamanın en çok kullandığı çalgı, davuldur. Bugün Anadolu’da, Kastamonu’da görülen dansçıların davulla dans etmesi ya da Bolu’daki iki davullu dansçının gösterisi, kimine göre Şamanlığın bir uzantısıdır. Ayrıca Şamanın göğe yolculuk yaptığı dansında gökbilimsel varlıkların hareketlerini taklit ettiği bilinmektedir. Dini danslar olarak bilinen sema ve samahlarda aynı simgesel anlatımlar vardır. İslamiyet’in kabulünden sonra karşımıza çıkan raks, sema, zikir ayinleri, Şaman geleneğinin bir devamı niteliğindedir. Her ikisinde de dans, şiir ve müzik iç içedir. Bu törenlerin zirvesi ise trans halidir bu da iyi ilişki kurma, kötü ruhları kovma aşamasını ifade eder.

Dans, hep iyiliği beraberinde getiriyor. Nietzche’nin de “dans etmesini bilen bir Tanrıya inanırdım ancak ben” demesine de şaşmamak gerek belki.

Evet, Türkleri çıkardık Orta Asya’dan İslamiyet’i kabul ettiklerini de gördük ve geldik çok renkli Anadolu’ya. Bu topraklara geldiklerinde Türkler, kendi sayılarının en az on katı daha kalabalık bir halka merhaba demiş oldular. Bu bölgede oluşmuş ve gelişmiş danslara baktığımızda, iki tür dans ifadesiyle karşılaşıyoruz. Biri, daha çok seyirlik olan, özellikle profesyonel dansçılarca yapılan danslardır. Diğeri ise köylü danslarıdır (tabii ki aynı zamanda müziği). Anadolu’daki danslar, başka bir konu başlığıdır ve ayrı bir araştırmadır. Burada duraklamadan geçiyoruz.

Biz gelelim Osmanlı’ya. Osmanlı denilince akla gelen en önemli simgelerden biri de İslamiyet’tir. Peki İslamiyet dansa nasıl bakmaktadır? Putataparlık ve çoktanrılı dinlerin kökünü kazımak isteyen dinlerden Hıristiyanlık gibi, İslamiyet’in de tiyatro, oyun ve dansa yaklaşımı doğal olarak da olumsuz olmuştur. Halkın geleneksel danslarının, oyunlarının, İslam öncesi kültürle ilişkisini kesmek için yasaklama yoluna gitmiştir. Belki de böylece sema doğmuştur. Esası ruhani dans ve müziğe dayalı olduğu iddia edilen semanın dinle ne derecede bağdaştığı çok uzun süre tartışma konusu olmuştur. Günümüzde ise sadece Mevlevi semalarını görebilmekteyiz. (Bu konuyla ilgili tartışmalar Süleyman Uludağ’ın “İslam Açısından Müzik ve Sema” kitabında detaylı bir şekilde aktarılmaktadır. Bu kadar hassas bir konuya çok fazla yorum yapmadan ama ilgilenen kişilere de bir kaynak göstererek ilerlemeye devam edelim) Oysa başka tarikatlarda da sema bulunmaktadır. Anlaşılan şu ki tarikat dansları, işlevleri bakımından dinsel bir nitelik taşımasına rağmen, bunlar zaten var olan dansların dinsel bir kıyafet aracılığıyla biçim değiştirmiş halidir.

Din dışı danslarda soluklanalım biraz: Çengiler, köçekler, curcunabazlar…

Osmanlı’da dansçıların çeşitli adları bulunmaktadır: Çengi, köçek, rakkas, tavşan ya da tavşanoğlanı, curcunabaz, cin askeri, beççegan. Bu dansçıların ellerinde çalgılar vardır. kullandıkları aletlerden biri “çarpara”dır: Bu kelimenin aslı “çar=dört” – “pare=parça” kelimelerinin birleşimi olan “dört parça” demektir. Bu aleti kullanan kişi dans etmeden sadece çarpare çalıyorsa bu kişiye; çarparezan denilmiştir. İspanyolların kullandığı kastanyetlere benzer sekiz on santim boyunda yuvarlak sert ağaçtan yapılış bir ritim aletidir. “Çegane”, halk dilinde ismi zilli maşadır. Bir sopa üzerine bağlanmış üç çift zilden oluşur. Bunu çalana da çeganebaz denir. Eşlik müziğinin günümüze ulaşmamış iki önemli çalgısı vardır: “Çeng” ve “mıskal” (musikar). Çeng, arp gibi ya da iki yanı açık bir kanunun dikey tutularak çalınan hali gibidir. Mıskal ise pan flüt gibi bir üflemeli çalgıdır.

“Curcunabaz” ve “cin askeri”, daha çok kaba hareketlerle ve gürültülü bir biçimde dans eden, gülmeceye yer veren dansçılardır. Tavşanlar (tavşan oğlanı) çuhadan yapılma şalvar giyen, ufak sivri bir külah takan, çevik bir hareketle seke seke dans eden dansçılardır. “Çengi” kelimesi, önceleri kadın erkek ayrımı yapmadan, bütün dans edenlere verilen isimdi. Sonraları sadece kadın dansçılar için kullanılmıştır. “Köçek” ise kız gibi giyinirdi; saçlarını uzun bırakırdı. Oyun sırasında sırma işlemeli saçaklı ipek kumaştan bir fistan giyer, başına hasır fes takardı, fesin üzerinde kenarları sırmayla süslenmiş ipek bir çevre olurdu. Köçekler, parmaklarına zil takarlar, raks sırasında bunları müziğe uygun bir biçimde çalarlardı. Ziller pirinçten dökülür, terkibine az miktarda altın veya gümüş katılırsa “tınnet”i, yani inlemesi çoğalırdı. Dökümcülerin kahyası Hristo Usta, en iyi zilleri Kumkapılıların yaptığını

söylemiştir (Ben de bir Kumkapılı olarak bu ayrıntıyı size aktarmadan geçemedim.). İyi bir zil “la” ve “re” seslerini, yani dügâh ve neva perdelerini vurur. Zillerin teneke gibi ince dökülmüş olanları da zilli deflere konulurmuş.

Su üzerinde raks…

Peki bu dansçılar nerelerde dans ediyorlardı? 18. yüzyıl minyatürlerine bakıldığında, karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır: Şehzadelerin sünnet düğünleri, saraya ilişkin başka vesilelerle düzenlenen şenlikleri betimleyen resimlerde dikkat çeken çok önemli bir şey daha var: Levni’nin resimlediği 1720 surnamesinde, belki şimdiye kadar hiçbir yerde denenmemiş olduğunu sanılan, denenmişse de bu tür bir belge bulamadığımız ilginç bir gösteri dikkat çeker; su balesine benzetebileceğimiz bu gösteride köçekler su üstünde kayarak dans ederler. Köçekler, yuvarlak tahtadan dubalar üzerinde dururlar; eteklerinin içinden bu dubalara tutturulurlar, dubaların altında dengeyi sağlamak için kurşun ağırlıklar bulunur. Dubaların suyun altındaki ipleri kıyıdan çekilince, su üstünde kayar gibi görünürler. Gerçi Levni’nin resimlerinde bu ipleri ve dubaların altta kalan kısımlarını pek görmeyiz. Bizdeki ilk izlenim, dansçıların su üstünde kayarak dans etmekte olduklarıdır. (Ancak Levni’nin minyatürleri konusunda uzman bir kişi olan Gül İneoğlu, bu durumu uzun uzun anlatmıştır.) Bugün köçeklere profesyonel dansçı olarak Anadolu’nun çeşitli yerlerinde rastlamaktayız. Yakın bir döneme kadar Çankırı’da esnaf geçit alaylarında, geçirilen kazanların içinde köçeklerin dans ettikleri bilinmektedir.

Dans ve tiyatro hep iç içe : Ortaoyunu

Ortaoyunu, dansçılar ve curcunabazlar arasında çok yakın bir ilişki söz konusudur. Varşova Üniversitesi Kütüphanesi’nde bulunan ve 18. yüzyılda bir ortaoyununu tasvir eden resim, bunun güzel bir örneğini oluşturur; bu resimde sağda Pişekar ile yaşmaklı kadın kılığına girmiş bir erkek oyuncu, solda ise başka oyuncu alana çıkmayı beklerken, orta yerde bir müzik eşliğinde iki tavşan oğlanıyla bir çengi dans etmektedir. Anlaşılan, dans ve tiyatro hep birbirlerinden beslenmiş ve birbirlerine destek olmuş iki sahne sanatıdır.

Kıldan ince kılıçtan keskin: Kadınların kılıç dansı

Hazır minyatürlere, resimlere ve bize anlattıklarına girmişken, oryantalist ressam Jean-Léon Gérôme’un “Almeh’in dansı” ve “Kılıç Dansı” isimli resimlerine bakmadan geçmeyelim. Önce “almeh” ne demek, ona bakalım; 9. yüzyılda Harunurreşid döneminde, sayıları gittikçe çoğalan dansçıları denetim altına almak isteyen saray, dansçıların eğitimden geçmesi koşulunu getirmiş. Tabii bu saraya, önemli paşaların konaklarına girip-çıkan dansçılar için geçerliymiş. Bunun üzerine dansçılar sıkı bir eğitime tabi tutulmuşlar. Bu eğitilmiş dansçılara “almeh” adı verilmiştir. Gerçi şunu da belirtmeden geçemeyeceğim: Bu resimlerin, özellikle haremde dans eden çıplak kız tasvirlerinin, tamamıyla bu ressamların hayal ürünlerinin yansıması olduğu kesin bir şekilde söylenmektedir. Ne var ki bu resimler hayal ürünü de olsalar, kılıçla yapılan bir dansın ve almehlerin gerçekte var oldukları kesindir. Erkeğin elinde bir güç ve korku sembolü olan kılıç, dans eden kadının başında bambaşka bir güce ve korkuya dönüşür. Başında kılıçla kıvrak danslar yapan bir kadın korku verir ama bu korku, tehlikeli bir iş yapmasından ve her an kendine bir zarar verebileceği hissinden kaynaklanır. Güç ise, kadının dans edip gülümseyerek bu hayati tehlikeyle dalga geçen edasındadır. Kılıç yarası… Belki buradaki ironi de budur.

Pera nasıl Beyoğlu oldu?

Bunun konumuzla nasıl bir ilişkisi olduğunu hemen açıklamaya koyulayım; Osmanlı’da dans konusuyla ilgili zaman zaman toplayıp kenara koyduğum bilgileri karıştırırken, Metin And’ın bir anısı çok hoşuma gitti ve sizlere aktarmam gerektiğini düşündüm. İçinde hem dans var, hem de Beyoğlu. 1956-57 yıllarında araştırma yapmak için New York’ta bulunan And, bir gün Arturo Toscanini’nin oğlu Walter Toscanini ile tanışır. Bir yemek esnasında Toscanini arşivlerinde İstanbul ile ilgili bir yazı olduğunu söyler. Bu belgede şunlar yer almaktadır: 1524 yılında Papa VII. Clemente ile Venedik, Floransa ve başka küçük İtalyan devletleri, Milano Dükalığı’nı kurtarmak için aralarında bir saldırmazlık antlaşması imzalarlar. Bunu kutlamak için İstanbul’da bir şenlik düzenlenir. Venedik Doçu’nun oğlu Alivise Gritti de bu şenliği düzenleyenler arasındadır. Gritti, Venedik devlet başkanının oğlu olduğu için Türkler ona Bey oğlu demektedirler. Giritti’nin Pera’da büyük bir konağı olduğu için de, burasının isminin sonradan Beyoğlu olarak günümüze geldiği söylenmektedir. Şimdi bu durumun dansla ilgili tarafına gelelim; bu eğlencede seyirciler arasında Türkler olduğu gibi, dans edenler de bizim çengilerdir. Çengiler kendi danslarından başka moreska da yapmışlardır. Moreska dansı, Mağriplilere özgü bir danstır. İspanya’da yaşayan Araplara “Moriscos” adı verilirdi. Bu dansın, Osmanlı topraklarına gelişinin, Sefaradlarla olduğu düşünülmektedir.

Venediklilerin düzenlediği bu gösteride, iki yaşlı adamın elinde tutsak olan güzel bir kızın ölümü bekleyişi ve ölümün gelip tırpanıyla kıza dokunması, kızın giysilerinin üstünden düşüp çıplak kalması ve ölmesi, teatral bir dans gösterisi olarak sergilenir. Bale tarihçileri ilk baleyi 1581’de Fransız sarayında Ballet Comique de la Royne ile başlatırlar. Ancak Osmanlı topraklarında yapılan bu gösterinin tarihi 1524’tür.

Kaynakça:

  • Metin And, Oyun ve Bügü, s.91-92YKY, İstanbul 2003
  • Mehmet Kaygısız, Türklerde Müzik, s.133, Kaynak Yayınları, İstanbul 2000
  • Cinuçen Tanrıkorur, Osmanlı Dönemi Türk Musikisi,s.57, 110,Dergâh Yayınları, 2003
  • Süleyman Uludağ, İslam Açısından Müzik ve Sema, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2005
  • Filiz Çakı Philip, Dans ve Oryantalist Ressamlar, P Dünya Sanat Dergisi, sayı 32, s 74, İstanbul 2004
  • Metin And, Osmanlı Sanat Dansı, Sanat Dünyamız, sayı: 85, s.114,119 İstanbul 2002
Yukarı